Sair Zaman

Bir Sokak Lambası Olabilmek

Bir yanım karışma şu Hükumet-Cemaat işine diyor ama cemaatin mensuplarına söyledikleri şeyleri duyup onların da hiç sorgulamadan inanmasına dayanamıyorum.

Daha bu akşam cemaatin şirketlerinde çalışan dolayısı ile de (tam bağlılarından olmasa da) sohbetlerine de giden biri ile yaptığım görüşmede söylediklerinden bazılarına gülesim geldi. Bir zamanlar koyu bir AK Parti savunucusu olan bu kişi sohbetimiz boyunca sürekli hükumetin haksızlığını ispatlamaya çalıştı. Bakın neler söyledi o kişi:

1.Erdoğan'a İran'da büyü yaptılar

2. Hükümet içinde ve en önemli bürokratlar arasında gizli (başbakanın danışmanlarını özellikle belirtti) İranlı yanlıları var. Hem kendileri hem çevrelerindeki insanları muta nikahıyla zinaya da alıştırdılar. Üstelik bunların hepsi kayıt altına alıp İran gizli servisince günü geldiğinde kullanılmak üzere arşive kaldırıldı. 

3.PKK istedi diye dershaneler hedef. Böylece Doğu ve Güneydoğu’da PKK’nın önünü açacaklar. 

Şimdi;

1. si, Erdoğan'a İran'da büyü yaptılar diyenler sormak lazım Kendini Ebu Bekir zannedip F. Gülen'e hitaben "Bir gülüşüne bütün malımı feda ederim" diyen iş adamı mı büyünün tesiri altında değil? Ümmet bilincini beyin kıvrımlarına nakş edememiş olanlar hangi büyünün tesiri altındalar? Ümmetin zerresini teşkil eden bir topluluğun menfaatine göre tavır alanlar mı büyünün tesiri altında değil? Ümmetti ilgilendiren meseleler ile ilgili dudaklarından bir tane bed-dua çıkmamış olanların kendi kuyruğuna basıldı diye tüm hışmıyla ettiği bed-duanın en bed-ine âmin diyenler mi büyünün tesiri altında değil?

2. si, Başbakanın etrafındakileri İran ajanı olmakla suçlarken F. Gülen'in etrafındakilerin ABD veya İsrail ajanı da olabileceğini neden aklına getirmezsin?

3. sü, PKK 30 yıldan berri var ve biliniyor ki marksist-leninist bir örgüt tabi ki şimdiye kadar dini bir oluşum olarak görünen cemaate karşı olacaklar. Kendilerini PKK karşıtı gösterirken hükumeti PKK terörüyle ilişkilendirerek halka sempatik görünme çabalarından başka bir şey değil mi bu iddia. 

Bir de ağızlarına dolamışlar siz cemaati bırakın çalınan paralara bakın diye. Ama kendileri himmet adı altında toplanan paraların nereye gittiğinin peşine düşmezler hiç. Hemen koskoca okulları,dershaneleri görmüyor musunuz derler derler de benim himmet-imle (?) yapılan okullarında ben çocuğumu okutamam. Dershanelerinde okutmak için yıllar öncesinden para biriktirmem gerekir.

Bütün hayatını bizim bilmediğimiz, varlığından emin olmadığımız (fakat evrensel İslamın dışında olduğu her geçen gün daha da anlaşılan kendi tasarladığı) bir Zion'a ulaşmak için harcayan, tüm yolları mubah gören bir anlayışın temsilcilerinin etik anlayışın dışına çıkan tavırları gelinmek istenen yer konusunda ip uçlarını veriyor aslında. Zion'a (ulaşmak istediğiniz yere) insanlığı götürmek için ne vaat ediyorsanız bunu açık ve net bir şekilde ortaya koymalısınız. Ortaya koymayıp dereyi geçene kadar ayıya dayı deme anlayışınız gösteriyor ki yolunuz yol değil. 

Bizler rüya tabircisi değiliz. Bir takım efsunlanmış sözlerden, içinde twitterlerın atıldığı rüyalardan maalesef anlamıyoruz. Beşerin söylediği her sözde bir hikmet arayanlardan da değiliz. Bir kul için kendini Ebu Bekir ilan edenlerden de değiliz. Bizler sıradan Müslümanlarız ve o veya bu hocanın dediğine göre ne dünyamızı ne de ahiretimizi dizayn etmek istiyoruz. Yolumuz F'nin, S'nin, M'nin yolu değil Kur'an'nın ve Sünnetin yolu. Eğer bu yolda her kim yolumuzu aydınlatacak bir sokak lambası olacaksa başımızın üzerinde yerin var. 

                                                                              Onla olun , Onsuz olmayın....

İbrahim (Yücel) Kaya
02/02/2014 - 00.14


Birlikte Yaşayabilmek.. (Barış Süreci Üzerine)

Ekmek kırıntıları
serpiyorum cephede
kumtorbaları üstüne
su verirken
evinde generalim
kuşkonmaz çiçeğine

Sunay Akın


Ülkemin 700 yıl önce "Biz birleşmek için geldik, ayırmak için değil" diyen Mevlana'nın ve "Gönüller yapmaya geldim" diyen Yunus'un diliyle konuşan insanlara ihtiyacı vardı. Ve sanırım geçmişe takılan değil geleceğe umutla bakan bir nesil Mevlana ve Yunus gibi iste sekte isteme sekte bir arada yaşamaya mecburuz öyleyse birbirimizi anlamaya çalışalım diyerek yola çıkmak istemekteler.


 Yol bu sonu nasıl belli olmaz ama herkes bu yolda üzerine düşeni yaparsa en azından Hz. İbrahim'in ateşini söndürmek için su taşıyan karıncanın yaşadığı vicdani huzuru tatmış olur. 



Daha yaşanılır bir ülke için yola çıkanların niyetlerinden basın aracılığıyla haberdar olmam hasebiyle kararlılıklarının ne boyutta olduğunu müşahede etmiş değilim. Ama şundan eminim ki bu ülke adına yapılmayan şeylerin farkından olmuş ve bunu değiştirmeye niyet etmişler. 



Ameller niyete göredir düsturu doğrultusunda derim ki; halis niyetle çıktığınız bu yolda başarısız da olsanız benim gözümde yücesiniz. Ölürseniz şehit, kalırsanız gazisiniz :)
                                                    "Onla (c.c) olun, Onsuz (c.c) olmayı"

İbrahim (Yücel) Kaya
30  Mart  2013 - 19:38:37

Fikir/Konuşma/Yazı/ Yorum

Ben ve bu sitede yazan diğer arkadaşlar düşünce dağarcıklarında var olan diyalektiklerimizi konuşma yolu ile muhataplarımıza iletmek, yazı ile de bu muhatapları çeşitlendirmek suretiyle kendimizi (fikriyatımızı) muhatap aldığımız kesim (ler) tarafından eleştiriye/sorgulamaya açmış oluyoruz.

Fakat zaman zaman yaptıkları eleştirilerde/yorumlarda, işim verme öz cesaretini gösteremeden, havaya rastgele kurşun atan magandalar tarafından kör kurşunların hedefi haline getiriliyoruz..


İnsanoğlunun zihni birikimi üç temel sütün üzerinde yükselir: Tefekkür / düşünce, konuşma ve yazı. Bu üç sütün arasında hem kişinin kendi iç birikimi, hem de muhatabıyla olan iletişimi açısından tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Ancak bu zihni faaliyetler gerek nitelikleri gerekse sosyal sorumlulukları açısından farklılaşan özelliklere sahiptir.
 Tefekkür kişinin kendi iç dünyasında ancak kendi özel şartları ile sınırlandırılabilen zihni bir seyahate çıkmasıdır. Fikir bu işi üretmekle görevli uzvun içinde kaldığı sürece eleştiriden uzak bir şekilde kişinin kendi iç derinliği ile gelişip duran bir zihin faaliyetidir.
 Yani dış dünyaya yansımamış bir düşünce, ancak kişinin kendisi tarafından sorgulanabilir, derinleştirilebilir.
 Konuşma, kişinin zihni seyahatlerinin, bir muhataba ulaştırma gayesi ile, dil kullanılarak aktarılma işidir.
 Yazı, konuşma faaliyeti sonucunda oluşmaya başlayan muhatabı mümkün olduğunca çeşitlendirme, konuyu başka zihinlerin eleştirisine açarak derinlik kazandırma çabası olarak görülebilir.
 Kısacası düşünce kişinin aracısız ürünü, konuşma insani bir özellik, yazı ise, geniş yelpazede, bireyler arası bir iletişim çabasıdır.
 Ben ve bu sitede yazan diğer arkadaşlar düşünce dağarcıklarında var olan diyalektiklerimizi konuşma yolu ile muhataplarımıza iletmek, yazı ile de bu muhatapları çeşitlendirmek suretiyle kendimizi (fikriyatımızı) muhatap aldığımız kesim (ler) tarafından eleştiriye/sorgulamaya açmış oluyoruz.
 Fakat zaman zaman yaptıkları eleştirilerde/yorumlarda işim verme öz cesaretini gösteremeden, havaya rastgele kurşun atan magandalar tarafından kör kurşunların hedefi haline getiriliyoruz. Birde yaptıkları eleştirileri üretilen fikir/konuşma/yazı üzerinden değil fikir/konuşma/yazı sahibi üzerinden sürdürüyorlar. Yaptıkları eleştiri/yorumların kendi kalitelerini de göstermiş olduğunu fark etmeden, kim olduklarını da belli etmemek için kafaları kuma gömülü fakat vücutları dışarıda sallayıp duruyorlar.
 Bu durum fikrin kaynağı olan özne ile muhatabın arasındaki dengeyi yok ederek fikir ile ahlak arasındaki ilişkiyi derinden sarsmaktadır. Fikir/konuşma/yazıdan ziyade düşünenin/konuşanın/yazanın şahsiyetine yönelik eleştirisel derinlikten yoksun, metodik olmayan ve ahlak kaygısı gözetmeden yapılan eleştiriler fikrin kaynağı olan özne ile muhatabını birbirine yabancılaştırmaktadır.
 Tefekkür derinliğinden dile oradan da ele yansıyan fikirlerin muhatabı olanlar, bu fikirleri okurken önce insan sonra da insaf sahibi olduklarını unutmamalıdırlar. Hoşlanmadığınız, fikirlerini/konuşmalarını/yazılarını beğenmediğiniz fikir sahibi ile muhatap olmak zorunda değilsiniz. Muhatap aldığınız kişiye de insan olmanın gerektirdiği ölçülerde eleştiri/yorum yapmak zorundasınız.
 Fikirlerini/konuşmalarını/yazılarını kendi ismi ile yapma cesaretini gösteren bu insanlara yapacağınız eleştirilerde/yorumlarda sizde aynı cesareti (isminizi yazma cesareti) gösteremiyorsanız kafasını kuma gömmüş kaba etini açıkta bırakan deve kuşundan ne farkınız var?
                                                               "Onla olun (c.c), Onsuz (c.c) olmayın"
İbrahim (Yücel) Kaya
5  Şubat  2013 - 23:41:27
Mürteci-i Ceditler!..

"Cumhuriyet fikriyle bir alıp veremediğim yok benim. Nasıl olsun ki!

Ama bu ülkede sistemin, cumhurla, daha doğrusu, cumhuru cumhur kılacak ruhla bir alıp veremediği var! Bunu nasıl gözardı ederim?

Sorunum, Cumhuriyet'le değil. Sorunum, sistemle. Herkes Cumhuriyet Bayramı'nı istediği gibi kutlayabilir. Hiç kimse, bayramı, nasıl istiyorsa öyle kutlama hakkından alıkonamaz.

Ama bu ülkede, sistemin, sistematik olarak, bu topraklarda yaşayan cumhurun yönünü, rotasını yitirmeye kalkıştığını, kimliğini tepeden topyekûn ve zorla değiştirmeye, bunun için de medeniyet iddialarını yok etmeye çalıştığını gözardı edemem. Bütün bu yok edici gerçeklerin üzerine sünger çekemem." (Yusuf Kaplan)

                                                                  “Onla olun, Onsuz olmayın
İbrahim (Yücel) Kaya
16 Kasım 2012 - 22:00:41
Bilginin Anahtarını İster misiniz?

İnsanın aynı anda farklı mevsimleri yaşayabilme özelliği, anlayış ve kavrama düzeylerinin farklı olması, hakikati bulma süresinde de farklılık oluşturmakta ise de, bu durum hakikatin tek olduğu gerçeğini inkâr etme durumuna meydan vermemeli. İnsan er ya da geç hakikatin kendisine ulaşacaktır. Fakat bunun için gerekli olan ilk şey nedir bilmek ister misiniz?

İnsan kendisini bir makine gibi tasarlamaya çalışan materyalizme karşı baş kaldırdı Berkson ile.  Tekerleklerinin devir sayısı hesaplanan bir makine değildir insan. Her an yenilenen iç dünyası bir kimya maddesi gibi tahlil edilemezdi. Bir annenin çocuğunu kurtarmak için kendini denize atmasını uygun görmeyen akıl, iç dünyamızı çölleştirmekten başka ne işe yarardı? Bir düşüncenin derinliği bir heyecanın büyüklüğü, kalori miktarı ile hesaplanabilir miydi? Özgürlükleri için canlarını feda eden insanların kahramanlıklarını sinir sisteminin cesaret hislerinin uyarması olarak algılamak mümkün müydü? Demek ki bizi bilinecek nesnenin etrafında dolaştıracak değil nesneye nüfuz etmemizi sağlayacak bir bilgiye ihtiyaç vardı. Bu bilginin anahtarları ise sezgiden başka bir şey değildi.
İnsanı insan yapan en önemli unsurlardan biri olan akılı harekete geçirecek, akılı akıldan üstün kılacak olan şeydi sezgi gücü. Salt aklın kölesi olmak sezgilerin kör olması demek. Bedeni faaliyetlere yön verirken akıl, akılın önce ruhu hazırlamamız gereken dünyayı hissetmesi lazım yeni iklimlere kucak açabilmesi için.
Bütün ağaçlar sonbaharın etkisi altındadır, ama her biri kendi yapısına göre bir renk alır. Ağaçların yaşadığı renk cümbüşünü sonbahara bağlarken akıl, sezgi ile fark edilir ancak renge verilen tonların uyumu. Doğru ve uyumlu bir ton ancak mevsime özelliğini koruma fırsatı verirken bu fırsatı sunan ancak sezgi ile algılanabilir. İbn-i Tüfeyl’in Hay İbn-i Yakzan’ı bir öğretinin yokluğunda önce sezdi kendisini meydana getiren ve bir adaya gönderen varlığın varlığını.  Sezgi gücü ile başladı ruhunun uyanışı, akıl delillendirdi ruhun hissettiklerini. Ruh yeni yeni iklimlere kapı açan bir bezirgân oldu Hay için.
 İnsanın aynı anda farklı mevsimleri yaşayabilme özelliği, anlayış ve kavrama düzeylerinin farklı olması, hakikati bulma süresinde de farklılık oluşturmakta ise de, bu durum hakikatin tek olduğu gerçeğini inkâr etme durumuna meydan vermemeli. İnsan er ya da geç hakikatin kendisine ulaşacaktır.
Hakikati keşif etme yolunda her şey sezgi ile başlar akıl ile sürdürülebilir bazen bir bezirgân ile seyahat etmeyi gerektirebilir. Allah bizleri hakikatin sırlarına bir an önce ulaşanlardan eylesin.
                                                                     Onla olun, Onsuz olmayın
İbrahim (Yücel) Kaya
2 Ağustos 2012 - 01:42:55
Uzlaşı Ve Çatışma

Yaklaşık 25 dk. berri akvaryumumdaki balıkları izliyorum. Bugün aldığım siyah Japon balığı diğer balıklarla sürekli didişiyor. Olan ise şu. O bitarafa geçtiğinde diğerleri diğer tarafa geçiyor. Sonuç: Uzlaşmak yerine çatışmayı tercih edenler yalnızlığa mahkumlar...

İbrahim Yücel Kaya
6 Eylül 2011

Saplantı

Farklı düşünen iki kafanın ortak akılda bir araya gelememesinin tek bir nedeni olabilir saplantı. Saplantılarının esiri olmuş ruhlar ile değil bir kafanın hiç bir kafanın anlaşabileceğini düşünmüyorum. Ön yargı ile başlayıp saplantı haline gelen düşünceler toplumun ruh iklimine gömülmüş dinamitler gibidirler. Kendileri infilak ettiği gibi toplumda da infiale neden olurlar. Ne yaz, ne kış. Ruh iklimi hep bahar olanlardan olmanız dileğiyle.

Köle Olmak Yada İrade Sahibi Olmak

Efendi olmak mı, köle olmak mı yada irade sahibi olmak mı? Hangisinde kendinizi daha özgür ve değerli hissediyorsanız o sunuz.?

Efendi ve köle, biri hükmetmek biri itaat etmek ile vazifeli. Efendi her hakka sahip kölesi üzerinde, köle hiçbir hakka sahip değil efendisinin yanında. Efendisi eğlenirken kölesiyle kölenin yüzü acıyla kıvranıyordu. Efendi topal kölenin bacağını burkuyordu. Köle bütün acısına rağmen sabrediyor ve sadece “Bacağımı kıracaksınız” diyordu ürkek ürkek. Sonunda bacağı kırıldı kölenin ve sadece “Kıracağınızı söylemiştim” dedi köle.
Efendi bir zamanlar Neron’un kölesi Epaphroiditos idi. Efendiliği Neron’dan öğrenmişti ve azat edilir edilmez kendisine bir köle edinmişti. Köle efendi olmuştu anlayacağınız ve köleliğini de unutmuştu, aslında bir köleye sahip olmakla efendi olunamayacağını da.
Köle ise “Katlan, mahrum ol!” felsefesinin kahramanı Epiktetos’tu. Bu adam Sokretes ve Diyojen’in peşinden bilgeliğin sırlarına ermiş ancak efendisinin ölümünden sonra Roma’da felsefe dersleri vermeye başlamıştır. Köle iken bilginin efendisi olmuştur.
Efendilik ve kölelik meselesi uygulama anlamında şekil değiştirmiş olsa da günümüzde varlığını devam ettirmekte. Belki efendisinin kölesi olarak değil ama demokrasinin, ideolojilerin, rejimin veya sitemin kölesi olarak varlığını sürdürmektedir. Oysa insana bahşedilen en büyük nimetlerden biri irade mefhumu Epiktetos’un da çok önemsediği bir özellikti.  “Yürürken bir çiviye basmamaya özendiğin gibi, seni yöneten aklın da çarpılmamasına özen” diyerek iradenin ortaya konulmasını teşvik etmiştir.  O iradeyi ön plana çıkarırken yaradılışa uygun bir bicimde kullanılması gerektiğini de söylemeyi ihmal etmiyordu. Yaşamda her şeyi kader olgusu dairesinde cereyan ederken kader değil belki ama olaylar karşısında irademizi ortaya koyma ve gerektiğinde kabullenme bilincine sahip olmamız gerektiğinin felsefesini izahat etmeye çalışmıştı.
Komşunun kölesi bir bardak kırsa onu yatıştırmak için bunun bir kaza olduğunu söylersin. O halde senin bardağını kırdıkları vakit de komşunun bardağı kırıldığı zamanki kadar sesiz olmalısın.”
“ Hayatta bir şölende gibi davranmam gerekir. Bir yemek tabağı sana kadar geldiğinde elini kibarca uzatarak ölçülü bir şekilde bir parça al. Önünden kaldırırlarsa tekrar almak isteme. İsteklerin uzaklara gitmesin, tabağın kendi yanına gelmesini bekle.”
“Hiçbir şey için ‘Onu kaybettim!’ deme; ‘Onu geri verdim’ de.  “Bir çömleği seviyorsan, topraktan yapılmış bir çömleği sevdiğini bil. Kırılırsa üzülmesin.”
Ona göre ALLAH her varlığa, her hangi bir dışsal etkenle engellenemeyecek bir irade vermişti. Ve bu iradeyi nasıl kullanacağımıza karar veren akılı. Bu yüzden aklın çarpılmamasına özen göstermemizi saliklerin yolu olarak göstermişti. “Bülbül veya kuğu olsaydım onların yaptıklarını yapacaktım. Hâlbuki ben bir insanım ve akla sahibim. O halde ne yapmalıyım?” diye sordu kendi kendine. Cevap şuydu: “ALLAH’ı övmeliyim. İşte bütün hayatım boyunca yapacağım şey!”
"Onla olun,Onsuz olmayın"
İbrahim (Yücel) Kaya
16 Temmuz 2012 - 00:33:03 
Kendi Himmetine Muhtaç Sendika

Toplu sözleşme sürecinde Eğitim Bir-Sen ve Memur-Sen'in üzerinden sendikacılık yapanlara en güzel cevabı memurlar verdi. Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen tüm iş kollarında yetkiyi kaybetti.

Bu yılki toplu sözleşme süreci sıkıntılı başladı ve özellikle eğitim çalışanları için sıkıntılı bitti. Genel yetkiyi elinde bulunduran Memur-Sen hem hükümet ile hem de diğer sendikalarla mücadele etti.
Süreçte hükümet hakkı olan ek ödemeyi vermeyerek eğitim çalışanlarını mağdur ederken, diğer sendikalar ve özellikle Kamu-Sen elde edilecek kazanımların Memur-Sen'in başarısı olacağı düşüncesi ile masada figüran olmayı tercih ederek, Memur-Sen'i de zor durumda bırakmak için elinden geleni yaptı. Kara propaganda ile memurları yanıltmaya çalıştı. Ama yaptığı yanına kar kalmadı. Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen tüm iş kollarında yetkiyi kaybetti.

Eğitim Bir-Sen'in kararlılığını göstermek için sarf ettiği "Ek ödeme hakkımız, söke söke alırız" sloganın diline dolayan Türk Eğitim-Senliler bir kez daha tuş oldu. Kendi sloganları olan " Ek ödeme hakkımız, ya alırız ya alırız" sözünün gereğini yerine getirememenin hesabını verecekler mi bakalım.


http://www.turkegitimsen.org.tr/lib_basili/242_b.jpg

Toplu sözleşme sürecinde Eğitim Bir-Sen'in ek ödeme konusunda karalılığını ortaya koymak için dillendirdiği "Ek ödeme hakkımız söke söke alırız" sloğanını diline dolayan ve "hani söke söke alacaktınız, ne oldu" şeklinde alaycı sözler sarf eden Türk Eğitim-Sen yöneticileri kendi sözlerinin altında kaldı.

Türk Eğitim-Sen bastırdığı afişte "Ek ödeme hakkımız, ya alacağız, ya alacağız" sloğanı ile üyelerini kandırmış olmuyor mu? Yetkili olduğu dönemde memurlar ve öğretmenler lehine hiç bir doğru düzgün kazanım elde edemeyen Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen daha ilk yılında Eğtim Bir-Sen ve Memur-Sen'e çamur atmak niyeti ile söylemediğini bırakmamışdı. Görülüyor ki, Türk Eğitim-Sen'in de "söz namustur" sözünün gerekliliğini yerine getirememiştir.

Şimdi yetkiyi bahane edenler yetki kendilerinde iken ek ödemeyi neden alamadılar merak ediliyor. Lafa gelince mangalda kül bırakmayanlar, icraata gelince buhar olup uçuyorlar. Gelinen süreçte memurlar gereken cevabı kendilerine veriyor ama anlamıyorlar. Türk Eğitim-Sen ve Kamu-Sen tüm iş kollarında yetkiyi kaybetti. Bükemediği bileği öpme onurunda bulunamayanlar dün olduğu gibi çamur atmaya devam ediyorlar. Ama bugün olduğu gibi çamurları kendi yüzlerine çalınıyor. 

Son olarak özellikle Türk Eğitim-Sen'e yakın forumlarda ve sitelerde Eğitim Bir-Sen'e atfedilen "Ek ödeme namusumuzdur" sözü külliyen yalandır. Bu sözün söylendiğini ıspat etmeyen müfteridir. Bu söz hangi Genel Merkez yöneticisi tarafından söylenmiştir? Ne zaman söylenmiştir? Nerede söylenmitir?

Eğitim Bir-Sen ve Memur-Sen üzerinden çamur siyaseti yapanlara en güzel cevabı memurlar vermiştir. Kamu Sen ve Türk Eğitim-Sen tüm yetkilerini kaybetmiştir.

İbrahim (Yücel) Kaya
21 Haziran 2012 - 16:42:00

Sağ Kolunu Feda Edip Sol Kolu İle İş Tutmaya Çalışan Sendika

Kendisini sağ çizgide tanımlayan bir sendikanın söylemleri ve eylemleri ile sol kolunu sağ koluna tercih ederek ulusalcıların sol yumruklarını havada sallarken çıkardıkları rüzgara kapılmaları ne kadar acı.

Türk Eğitim-Sen ve bağlı olduğu konfederasyon Kamu-Sen 23 Mayıs’ta KESK ile birlikte eylem yapacakmış. 21 Mayıs’ta görüşmelerin sona ermesinden sonra kime, neye karşı ve kiminle eylem yapıyorsun? Her şey olup bitmiş iş hakem heyetine kalmış haydi biz eylem yapıyoruz yani dostlar alışverişte görsün. Görüşmeler devam ederken masaya yönelik eylem yapmayanların amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Bekliyorlar ki, hükümet memur zammını düşük tutusun, ek ödeme vermesin de Eğitim Bir-Sen zor duruma düşsün. Kamu-Sen’in kılavuzu malum olunca aymazlıkları bitmek bilmiyor.  
Mesela 4+4+4 meselesi: TES tarafından 4+4+4 yasasının içeriğitartışmaların en başından beri hiç tartışılmadı. İlginçtir, 5+3+4 (TES’in önerisi)taslağı da hiç tartışılmadı. Hep Öğretmenlerin norm fazlası olacağı söylenerek siyasi rant elde edilmeye çalışıldı. Bugün biliyoruz ki; 4. Sınıf Öğretmenleri sadece önümüzdeki yıla mahsus olmak üzere, 5. Sınıfı yine kendileri okutacaktır. Diyelim ki önümüzdeki yıl, eski düzende olsaydı (yani 72 aylık öğrenciler ) 1. Sınıfa bir milyon öğrenci kaydolacaksa, yeni yasayla (66 ay olarak düzenlenmesine rağmen ) bir buçuk milyon öğrenci kaydolacak bu da Öğretmen ihtiyacını doğuracaktır. Tes aslında bunun farkında olduğu için bir yandan on binlerce kişinin norm fazlası olacağını söylerken aynı zamanda 100.000 kadro talebinde bulunuyor.
Şimdi soruyorum madem bu kadar fazla norm açığa çıkacak neden 100.000 öğretmen daha atanmasını istiyorsunuz? Bu tutarsızlık değil mi?
 “28 Şubat sürecini ve mantığını eleştirenler, bugün aynı mantık ve metodla, eğitim öğretim hayatımızı yeniden dizayn etmeye çalışmaktadır. AKP iktidarı ve birkaç yandaş STK dışında, 4+4+4 sistemini savunan bir tek aklı başında eğitim bilimci ve STK bulunmamaktadır. Ancak, İktidar 28 Şubatçıların anti demokratik usullerini tatbik etmekten geri durmamakta, tüm olumlu eleştiri ve yönlendirmelere kulak tıkamış bir görüntü çizmektedir. 28 Şubat bir tarih değil, 28 Şubat bir zihniyettir. Bu zihniyet, bugün de değişik kisveler altında varlığını devam ettirmektedir”  
 4+4+4 yasasını çıkaran iktidarı ve destek veren STK’ları 28 Şubat Darbecileriyle bir tutmakta, anti demokratik usullerle hareket ettiğiyle itham etmektedir. Bir önceki Yazı içeriğinde kullanılan “Tehlikenin Farkında mısınız?” ibaresi size ne hatırlatıyor acaba? El insaf! Sizin sağduyunuz körelmiş, hatta sağ namına bir şey kalmamış.  Atalarımız boşuna “Bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim“ dememiş. Ulusalcılarla yatan, şaşı kalkar elbet. Hiçbir sistem bu evlatlara 8 yıllık kesintisiz eğitimden daha çok zarar vermemiştir. Okuma yazma bilmeyenlerle, süper çocukları aynı sınıfta 8 yıl tutup, ortalama öğrenciye hitap ederek harcamıştır bu sistem. Meslek liselerini bitirmiş, 18 yaşında işsiz orduları üretmiştir. Kademeli eğitim okuyacak çocukla, okumayacak çocuğu ayıracak yönlendirme ile başarılı olanlar için bir anlamda seviye sınıfları oluşturacak, başarılı olamayanlar için de erken yaşta hayata hazırlayacaktır.  Bugün evladının din eğitimi almasını isteyenler için seçmeli Kur’an ve Siyer dersleri getirmiştir. Her şeyi ile doğrudur diyemeyiz elbette. Okulöncesi zorunlu olmalı ve 66 ay ısrarından vazgeçilmelidir. Eleştiride olacak tabi ama kendisini sağ çizgide tanımlayan bir sendikanın yukarıdaki cümleleri kurabilmesini kabul edemiyorum! Söylemleri ve eylemleri ile sol kolunu sağ koluna tercih ederek ulusalcıların sol yumruklarını havada sallarken çıkardıkları rüzgara kapılmış gidiyorlar.
TES’ e üye Sağduyulu Öğretmen arkadaşlarımız!
Hala ulusalcılarla birlikte hareket eden, referanduma hayır diyen, promosyonu eline yüzüne bulaştıran, siyasi rantını çocukların geleceğinden önde tutan, kendilerinden başka herkesi pis, kirli, riyakar olarak adlandırıp yaşam alanı sunmayan en önemlisi de bu ülkenin kabul görmüş değerlerini savunanları 28 Şubatçılara benzeten bu sendikada durmaya devam edecek misiniz?
İbrahim (Yücel) Kaya
21  Mayıs  2012 - 09:09:38
Güneşimin Önünden Çekil !

İnsan genellikle güçlüden yana tercihlerini kullanarak haklıdan yana tercihlerini erteleyebiliyor veya hiç kullanmıyor. Burada ölçümüz ne olmalı?

İnsanların değer verdikleri şeylerin aslında kendi değerlerini de göstermesi açısından önemli olduğunu düşünmekteyim. Yolumuzu aydınlatan, gerçek yaşamı sürdüreceğimiz dünyaya ulaşmakta bize rehber olma niteliği ile 1500 yıldır bize ışık tutan Kitab-ı Mutlak değerli olanın ne olduğunu bizlere göstermekle birlikte insanı insan yapan irade özelliğimiz sayesinde bazen değerleri birbirine karıştırabiliyoruz.

Özellikle hâkim olan güç söz konusu olduğunda tercih konusunda nefs muhasebesinde açık verebiliyoruz. İnsan genellikle güçlüden yana tercihlerini kullanarak haklıdan yana tercihlerini erteleyebiliyor veya hiç kullanmıyor.  Burada ölçümüz ne olmalı bir misalle açıklayalım:

Büyük İskender Diyojen’in şöhretini duymuş, şanını bu şöhretin yanına taşıyarak halka hoş görünmeyi ummuştu. Bir yanda Makedonya Kralı'nın parlak alayı, öbür yanda paçavralar içinde güneşlenen Diyojen. Biri yücelterek, diğeri aşağılayarak dünyayı kendine dar gören iki adam! İmparator ihsanda bulunmak istiyor. "Ne dilersen, yapayım!" Diyojen üzerine düşen gölgenin İmparator'a değil dünyaya ait olduğunu hissediyor ve elinin tersi ile itiyor gölgeyi. "Güneşimin önünden çekil!"

Bir başka deyişle "Gölge etme başka ihsan istemem" diyerek elinin tersiyle itiyor gücün kendisine sunduğu imkânı. Diyojen için deli ya da meczup diyebilirsiniz benimsediği hayat tarzına bakarak. Peki, imparatorların verdiği ihsanları kabul ederek gücü tasdik edenlere ne demeli? 

Burada Büyük İskender de, Diyojen de bizim için uç iki örnek olabilir. Biri dünyayı hâkimiyet ülküsü ile tahtına esir etmeye çalışan biri, diğeri dünyanın tahtını zelil gören biri. Öyleyse bizim ölçümüz ne olmalı? Çok basit "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, her an ölecekmiş gibi ise ahiret için yaşamalıyız" hadis-i şerifi bizim ölçümüz olmalı. Dünyayı yaşa ama ahireti de unutma. Dünya'ya ait güç dünyada kalacak lakin mutlak güç her iki cihanda da var olacak. Bu mihverde hangi güce biat edeceğimize iyi karar vermeliyiz. O ki, mutlak olan varlık öyleyse "Onla olun, onsuz olmayın."

İbrahim (Yücel) Kaya
28  Mart  2012 - 01:44:53

Zorunlu Eğitim= İdeolojik Torna Tezgâhı

Zorunlu eğitimin var olduğu yerde zorunluluklar vardır. Eğitim evet şart, ama zorunlu olması şart mı? 

Kalp her atışında, ruh ikliminden bir şeyler duyar. Fizik ötesiyle bağ kurup, sonsuzluğu özleyen kalbin vuruşunu, kan pompalayıcısı basit hayvan yüreğinden ayırt etmeyecek miyiz?


Tefekkür derinliğini, adale hamallığı ile aynı mı tutacağız? 



İdeolojik ve resmi öğreti ile köreltilmiş beyinleri bir düşünün. İnsanı ve varlığı sadece beden olarak tanıyan, cesedi ve insanı aynı şey sayan marazi anlayışı göz önüne getirin. Öyleleri ile hür ve engin ufukların eşiğinde, nerden gelip nereye gittiğini sorgulayan, sevgide sonsuzluğu bir davet keşfeden ruh ikliminde vakitler aynı değeri taşır, diyebilir miyiz?



Zorunlu eğitimin var olduğu yerde zorunluluklar vardır. Eğitim evet şart, ama zorunlu olması şart mı? 



Çocuklarımızın ruh iklimlerinde hangi mevsimi yaşayacaklarına karar vermek kimin görevi?



İbrahim (Yücel) Kaya

7  Mart  2012 - 20:38:54

4+4+4 Kaç Eder?

Eğitim sekiz yıl olmuş on iki yıl olmuş hiç önemi yok aslında bazıları için. Hiç bir zaman içinde olmadıkları eğitim sistemimiz ile rubik küpü gibi oynadılar sürekli. 

Eğitim sistemi yine değişiyor. Yine diyorum çünkü Milli olmayı bir türlü beceremeyen, milletin değerlerini dikkate almadan hazırlanmış bir sistemin baki kalması mümkün değil.
Değişir değişmez bu otoritelerin kararı ne diyelim lakin 4+4+4 şeklinde ifade edilen yeni sisteme karşı çıkanları görünce telaşın nedenini daha iyi anlıyorum. 28 Şubat sürecinde hem pedagojik, hem ekonomik hem de sosyal olarak uygun olmamasına rağmen bir gecede tamamen siyasi nedenlerle eğitim sistemini alt üst edenlere gıkı çıkmayanlar şimdi en büyük düşünür olmuşlar. Bazı siyasilerin ise artık çırak yetiştireceğiz diyerek olayı ve çıraklıktan yetişmiş meslek erbaplarını küçümser tavırları ile meseleye karşı çıkma nedenlerinin siyasal boyutlarını gizleyerek hareket etmeleri ise hiç şaşırtıcı değil. Her dem dünyadan örnekler verenler ise son dönemlerde dünya ile tüm iletişimlerini kesmişler anlaşılan.  Yıllarca örnek gösterdikleri çağdaş medeniyetlerin işine gelen taraflarını örneklendirdiklerini artık gizleyemiyorlar çünkü medya gücünü kontrol edemiyorlar. O medeniyetleri çağdaş yapan temel unsurları görmezden gelerek kendi ideolojik unsurları doğrultusunda oluşturdukları devlet sistemi ile krema gibi milletin tepesindeki yerlerini muhafaza etmenin dışında hiçbir şey önemli olmadı bu kesim için. Eğitim sekiz yıl olmuş on iki yıl olmuş hiç önemi yok aslında bunlar için. Hiç bir zaman içinde olmadıkları eğitim sistemimiz ile rubik küpü gibi oynadılar sürekli.
Sadece dindar bir nesil yetiştirdiğini düşündükleri İmam Hatip okullarının önünü kesmek için bir gece ansızın sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçiverdiler. İmam Hatiplilere kıyarken hiçbir eğitim sisteminde yer almayan yaşın yanında kuruda yanar anlayışı ile bütün meslek liselilere kıydılar. Tabi ki kıyarlar çünkü bu kıyma makinelerinin çocukları değil meslek liselerinde okuyan, bu ülkenin gerçek unsuru milletin çocukları idi ve bir gün ya onlarda krema olmak isterlerse idi bütün mesele.
Fildişi kulelerinden aşağı bakarak sürekli aşağılıyorlardı zaten, öyleyse aşağılık olarak kalmaları gerekiyordu.  Bütün sistemi buna göre kurmaya çalıştılar. Yaptıkları yapmak istedikleri her şey kendi ideolojilerine hizmet etmeliydi. Bu ideolojiyi canlı tutmak ve inananlarını bir arada tutmak için paranoyalarla sürekli zihinleri efervesan yöntemi ile bulandırdılar. Efervesan ile yanıltılmış biçareler ise Pavlov’un denekleri gibi aldıkları uyarıcılar neticesinde içinden çıktıkları millete itaat kültürünü pompaladılaröz eleştiri temelli bir “bireysel sorumluluk” yerine, paranoya temelli bir “otoriteseverlik” sergiler..  Sonuç dindar ya da milli değil ama paranoya temelli otorite sever bir nesil yetiştirdiler.
Şimdi, kimsenin benin çocuğumu kendi doğruları ya da ideolojileri doğrultusunda bir sistemin içinde yaşamaya zorlama hakkı yok. 4+4+4 şeklinde ifade edilen sistem benim çocuğumu kendi değerlerim ve ideallerim doğrultusunda yetiştirmeme fırsat sunan bir sistem ise hoş geldi. Yok, yapılmak istenen yeni bir Pavlov deneyi ise benim evimde köpek kulübesi yok. Ki, anladığımız kadarı ile yeni sistemde kişilere en azından alternatif sunulmakta. İsteyen dindar ve milli isteyen ise ne olduğu belli bir nesil yetiştirir. İsteyen olsun Asım isteyen olsun Nesin. Ve siz konuşmaları gerektiği zaman susan kesim, artık sesinizi kesin.
İbrahim (Yücel) Kaya
24  Şubat  2012 - 23:34:06
Guantanamo Pakistan

Ebu Hanife elli beş yaşlarında kendi halinde Sıvatlı bir Müslüman Peştu. Peştucadan başka bir dil veya şive bile bilmiyor. El-Kaide mensubu olmakla suçlanarak gözaltına alınmış ve işkence görmüş. Kimseyle konuşmazdı. Tuvalet ihtiyacını bile dile getirecek ne cesareti ne de takati vardı. Secdeye vardığında o kadar uzun dururdu ki, acaba bayıldı mı diye endişelenirdik. Bir ya da iki kez Mekki ile konuşmuş ve gardiyanların sert tepkisinden sonra bir daha kimse ile konuşmamıştı. Ne zaman Avdal’ın inlemelerini, ağlamalarını duysa kapıya yanaşır ve onunla birlikte içten içe ağlardı. Avdal’ın iniltilerine hangimiz ağlamazdık ki…

Habab Çetin Akdeniz'in son kitabı "Guantanamo Pakistan"  dün elime ulaştı. Kitabın yazarı da bir araştırma için gittiği Pakistan'da El-Kaide paronayası ile tutuklanıp Pakistan hapishanelerinde misafir (!) edilmiş binlerce müslümandan biri. İnsanın suçlu olduğunda başına gelecekleri kabul etmesi daha kolay oluyor. Lakin hem suçsuz yere, hem de bir din kardeşin tarafından hakaret ve işkencelere maruz kalması herhalde en büyük işkence. Kitap Habbab Çetin Akdeniz'in ifadesi ile "bir borcun, Pakistan hapishanelerinde suçsuz yere yatan mahpushane arkadaşlarına karşı, yerine getirilmesi" inden yola çıkılarak kaleme alınmış. Kitapta yazarın ve diğer mahkumların yaşadıkları travma anlatılmaya çalışılmış anlayabilene. Asıl önemli nokta ise tüm yapılanların arkasında var olan unsuru görebilmekte. Gerçi bu unsur(lar) yazar tarafından gösteriliyor gösterilmesine ama hani görmek istemeyenler olur diye söylüyorum. Kitap yazarın ifadesi ile bu unsurları göstermek için de kaleme alınmış, sanırım işkenceleri yapan eller biraz da din kardeşi hassasiyetiyle ( bu durumu yazarın inceliği olarak görüyorum) gönül kırbacıyla dövülmüş.
Kitap bu zulüm ve işkencelere maruz kalmış bir kişi tarafından kaleme alınması hasebiyle bir kanıt niteliği taşımaktadır. Neyin kanıtı: "İslam adına Müslümanlara yapılan işkencelerin, dünya kamuoyundan nasıl gizlenmeye çalışıldığının bir kanıtıdır." Sözde demokratik ve insan haklarına saygılı ulusların kendi kanunları elvermediği için başka ülkelerde kurdukları gizli hapishanelerin var olduğunun kanıtıdır. Müslüman kimliği ile dolaşan ama Müslüman’a zülüm yapmaktan çekinmeyenlerin münafıklığının kanıtıdır.
 Gerçekte kitapta ortaya konulan kanıtların birçoğunu biz Irak'ta, Afganistan'da hatta hatta ülkemizde görmedik mi? Ama içine konulduğumuz akvaryumda ekmeğimiz elden, suyumuz ise gölden yaşamayı tercih ettik. Bilerek veya bilmeyerek akvaryumunun dışına sıçrayanların veya akvaryuma hiç girmeyenlerin başına gelenlere tebessüm ettik.
İşte yazar bizlere birazda, bizim sandığımız, akvaryumun asıl sahiplerini göstermeye çalışmış. Tabi görmek istemeyen gözlere, idrak edemeyen zihinlere, işitmek istemeyen kulaklara kısacası kuklalara hangi kanıtları sunsanız da ne fayda. "Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.(En'am 25)"
Mevla’m herkese gören göz, işiten kulak, idrak eden bir beyin nasip etsin.
Kitaptan bir bölüm: Sıvatlı Ebu Hanife                      
“Ebu Hanife elli beş yaşlarında kendi halinde Sıvatlı bir Müslüman Peştu. Peştucadan başka bir dil veya şive bile bilmiyor. El-Kaide mensubu olmakla suçlanarak gözaltına alınmış ve işkence görmüş. Kimseyle konuşmazdı. Tuvalet ihtiyacını bile dile getirecek ne cesareti ne de takati vardı. Secdeye vardığında o kadar uzun dururdu ki, acaba bayıldı mı diye endişelenirdik. Bir ya da iki kez Mekki ile konuşmuş ve gardiyanların sert tepkisinden sonra bir daha kimse ile konuşmamıştı. Ne zaman Avdal’ın inlemelerini, ağlamalarını duysa kapıya yanaşır ve onunla birlikte içten içe ağlardı. Avdal’ın iniltilerine hangimiz ağlamazdık ki…”
O Sıvatlı biz İstanbul, Erzurum veya Sakaryalıyız peki aramızdaki fark ne?
İbrahim (Yücel) Kaya
10  Şubat  2012 - 22:32:56

Toplu Sözleşme Hayırlı Uğurlu Olsun

Referandum ile kabul edilen memurların toplu sözleşme meselesi çözülmek zorundadır. Memurlar haklarını söke söke alacaktır.

Eğitim Bir-Sen İstanbul 4 Numaralı Şube tarafından düzenlenen 2. Armutlu Çalıştayını yakından takip etme fırsatı buldum. Çalıştay çok verimli geçti. 4 Numaralı şubenin okul temsilcileri, kadın kolları ve yönetim kademesinin hazır bulunduğu çalıştayın sonuç bildirgesi 100'e yakın maddeden oluşuyor.

Çalıştay Şubenin ve Sendikanın geçmişe yönelik çalışmalarının değerlendirildiği, geleceğe yönelik çalışmalarının tartışıldığı bir atmosferde seyir etti. Bu çalışmanın sonuç bildirgesi Eğitim Bir-Sen 4 Numaralı Şube yönetimi tarafından yayınlanacaktır elbette ama çalıştayda konuşulan sadece iki konuda kamuoyunu bilgilendirmek istiyorum.

1. Ek Ödemeler: Eğitim Bir-Sen ve Memur-Sen Genel Başkan Ahmet GÜNDOĞDU'nun şu cümlesi sanırım bu konu ile ilgili durumu izah etmeye yeter. Ahmet Gündoğdu "Ek ödemeleri almak boynumuzun borcu" diyerek bu ödemenin mutlaka alınacağını belirtmektedir.
2. Toplu Sözleşme: Eğitim Bir-Sen ve bağlı olduğu konfederasyon olan Memur-Sen referandumdaki tavrı ile memurların lehine olan toplu sözleşme konusundaki tavrını ilan etmişti. Bu doğrultuda yetkiden aldığı güç ile de konunun takipçisi oldu.

Toplu Sözleşme yapılacak. Süreç devam ediyor sorun ise Hakem Heyeti'nin belirlenmesinde ortaya çıkıyor.

2001 yılında yetkili sendikanın desteği ile çıkartılan 4688 sayılı kanun güdük kalmıştı. Güdük kalmıştı çünkü toplu sözleşme hakkının verilmediği bir kanunun çıkartılmasının hiç bir anlamı yoktur. Memur-Sen daha önceki yetkili sendikanın düştüğü hataya düşmeyecektir. Toplu sözleşme meselesi Hakem Heyetinin belirlenmesindeki sorunlar nedeniyle biraz uzamıştır. Çünkü Hükümet Hakem Heyeti'nin 11 üyesinin 5'inin sendikalar 6'sının da hükümet tarafından belirlenmesini istemektedir. Memur-Sen ise heyetin 5 üyesinin sendikalar, 5 üyesinin hükümet ve 1 üyesinin de yüksek yargı mensupları arasından belirlenmesini talep etmekte ve bu konuda direnmektedir. Bu şekilde yapılmayan bir toplu sözleşmenin şu anki durumdan farklı bir durum oluşturmayacağından hiç bir anlamı yoktur.

Eğitim Bir-Sen ve bağlı olduğu konfederasyon olan Memur-Sen daha önceki yetkili sendikaların düştüğü hataya düşmeyecektir. Ve memurların hakkını söke söke alacaktır.

Toplu Sözleşme şimdiden hepimiz için hayırlı uğurlu olsun

İbrahim (Yücel) Kaya
10  Ocak  2012 - 23:00:

Yedi Güzel Adamdan Biri

Vefatının on ikinci yılında yedi güzel adamdan biri Mehmet Akif İnan'ın anısına...

12 Temmuz 1940 yılı Urfa’nın Balıklıgöl Mahallesinde Mirzalı aşiretinden Hacı Müslim Efendi’nin evinde dünyaya gözlerini açan yedi güzel adamdan biri, Mehmet Akif İnan, son derece ileri görüşlü, idealist bir aksiyon adamı olduğu kadar bir fikir ve sanat adamı kişiliği ile hayata ayrı bir anlam ve renk kattı. Mehmet Akif İnan’ın kişiliğindeki çok yönlülük kendini söylemlerinde ve eylemlerinde belirginleştirmektedir.

Öğretmen olarak Mehmet Akif İnan:

Mehmet Akif İnan 1972 yılında Uşak İmam Hatip Lisesinde başladığı öğretmenlik mesleğinin değerlerini ve onurunu vefatına kadar sürdürmüştü. “O eğitimin amacının öğrenmeyi öğretmek olduğuna inanıyordu. Ona göre öğrenen öğretir, öğreten öğrenir, sohbet öğrenmesini öğrenmenin özüdür.” O ömrünü eğitime harcayan bir öğretmendi ve Türkiye’nin geleceği Mehmet Akif İnan gibi ömrünü eğitime harcayanlara bağlıdır.

Şair olarak Mehmet Akif İnan:

“Olayların kuşatması altındaysanız. Bir yoğun hüzün yağmakta ise üzerinize. Günler saatler bunalımın otağını kurmuşsa içinize, sıkıntı bezirganı haraca bağladıysa sizi. Aczden başka bir sermayeniz kalmamış gibiyse. Dualar yüreğinizin semtine uğramadan çıkıyorsa ağzınızdan. Kendi sesiniz bile yabancı düşüyorsa kulaklarınıza. Şiir okumalısınız”
Lise yıllarında edebiyata ilgi duymaya başlayan İnan, Mavera, Büyük Doğu, Diriliş gibi edebiyat dergilerinde mürekkep harcamıştır. Mavera dergisinin kurucuları arasında yer alan yedi kişi Cahit Zarifoğlu’nun bir şiir kitabına ad olacaktır. Bu kişiler: Erdem Beyazıt, Ersin Gündoğan, Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Hasan Seyidoğlu ve Mehmet Akif İnan’dır.
Mehmet Akif İnan 60'lı yıllarda gelişmeye başlayan İslam edebiyatının temsilcilerinden ve teorisyenlerindendir. Ömrünün sonuna kadar kültür ve sanatla olan bağını hiç koparmamıştır.
Her eylem yeniden diriltir beni
Nehirler düşlerim göl kenarında
Doğ ey güneş erit taştan adamı
Ve kurut taşları diken elleri


Sendikacı Mehmet Akif İnan:
Mehmet Akif İnan’ın hayata, edebiyata ve eğitime bakış açısındaki farklılık sendikacılık yönünde de kendini göstermektedir. İnan’ın sendikacılığında yapılan işlerin, söylenen sözlerin zamanının, üslubunun önemi dikkat edilmesi gereken bir nokta idi. O şikayet eden, sorun çıkaran bir sendikal anlayış değil, çözüm üreten bir sendikal anlayışı benimsemiş, çözüm önerisi getirmeden sorun dile getirmeme prensibini başlangıçta ortaya koymuştur.Sendikacılıkta haklar kadar sorumluluklarında olduğu bilinciyle hak etmeden, yani sorumlulukları yerine getirmeden hiçbir haktan bahis etmemek, iş ahlakını her zaman korumak, yapılan işte en iyiyi meydana getirmek ve bunun karşılığında mutlaka örgütlü bir mücadele içerisinde olunması gerektiği Akif İnan sendikacılığının genel çerçevesini çizer.

Akif İnan sendikacılığının yönteminde kırmak, dökmek, başkalarına zarar vermek ve zarar görmek asla öngörülmemiştir. Sendikal mücadelede öncelikle sorun tespit edilmiş, sorunun boyutu, mahiyeti çizilmiş, çözüm önerileri tespit edilmiş ve bu çözüm önerilerinin hayata geçirilebilmesi için örgütlü gücün imkanları devreye sokulmuştur. Sorunların çözümünde üç aşamalı bir yöntem belirlenmiştir:

1.Sorun ve çözüm önerileri sorunu çözecek makam ziyaretle iletilir. 
2.Sonuç alınmasa sorun ve çözümü kamuoyu ile paylaşılır. 
3.Son eylem: İş bırakmaktır.


Mehmet Akif İnan’ın sendikal anlayışı ve çabası sonucunda hak ve adaletin arandığı her alanın, hak arama bilincine açık olduğu gerçeği yeni bir dünya ile tanışmış oldu. Ve Eğitim-Bir-Sen doğdu.

Evet sevgili okur 6 Ocak 2012 Mehmet Akif İnan’ın vefatının on ikinci yılı ve bu satırlar merhumun anısına kaleme alınmıştır. Buraya kadar anlattıklarımdan Mehmet Akif İnan’ın hangi yönü dikkatini çekti ve hangileri aklında kaldı bilemiyorum ama, kısaca şunu söyleyebilirim:

O bir şairdi geleceği geleneğe bağlayan
O bir mütefekkirdi düşün ve düşüncenin peşinde
O bir öğretmendi öğrenmek ve öğretmek sevdasında
O bir örgütçüydü hak ve adaletin arandığı her yerde
O bir entelektüeldi hak ve adaletin arandığı her yerin, hak arama bilincine açık olduğu gerçeğini dünyaya tanıtan
O bir çelebiydi giyimi, kuşamı, tıraşı ve sohbeti hep bir özeni gösterirdi.

İbrahim (Yücel) Kaya
4  Ocak  2012 - 00:01:36 

İsyan Kültürü

İsyan kültürü üzerine bir not:

Son günlerde ülke gündeminde bir katliam meselesi tartışılıp duruyor. Bu kadar insan öldürüldü, şu kadar bomba atıldı deniyor. Bende diyorum ki:

Katliamı sadece bedeni yaşantılara son vermek olarak görmemek lazım. Asıl katliam zihinlerde, fikirlerde yapılıyor. Farklı düşünceye,  yaşantıya, inanışa gösterilmeyen tahammül en büyük katliam. Ve bedenlerin ortadan kaldırılmasının da sebebi. Asıl katliamı canileşmiş fikirler yapıyor. Bu ülkede mesele o, bu, şu meselesi değil zaten. Ötekileştirme meselesi. Sistemin onla, bunla meselesi yok kendi kurduğu düzeni benimsemeyen herkes ile meselesi var.
Ya çözüm:
Sorunun çözümü isyankâr olmakta değil isyan kültürüne sahip olmakta, bunun bir hak olduğunu bilmek gerekiyor. Devlete değil yapılana ve yapana isyan etmek bu kültürün bir neticesi.

İbrahim (Yücel) Kaya
1 Aralık 2011 - 22:48

Deliye Her gün Öğretmene Bir gün

İnsanı insan yapan değerleri vermeye çalışırken delirmemek elde değil bazen. Ama galiba delirmek en iyisi. Nede olsa deliye her gün, öğretmene bir gün bayram. 



Öğretmen insanları eğitmek, öğretmek, meslek edindirmek amacıyla faaliyet gösteren, anne ve babadan sonra çocuk üzerinde en çok emeği bulunan varlık. Beşikten mezara kadar ilim öğrenin düsturunun bir tezahürü olarak, insanın dünyaya gözlerini açtığı ilk anda başlar öğrenme faaliyeti. Önce ciğerlerine giden ilk havanın verdiği acı ile ağlayarak öğrenirsin oksijenin yakıcı bir gaz olduğunu. Sesler duymaya başlarsın etraftan sana doğru uçuşan. Gözlerini ilk açtığında etrafı öğrenmeye başlarsın. Ellerine birazcık fer geldiğinde dokunarak öğrenmeye çalışırsın.  Ses temelli cümle yöntemi ile konuşmayı öğrenirsin. Çok gezen bilir sözünü ispatlamaya çalışırcasına ilk adımlarını atarsın yeryüzünde. Ve öyle bir an gelir ki okula başlarsın. Ve aslında hiçbir şeyi bilmediğini ve her şeyi yeni öğreneceğini anlarsın. Sana her şeyi öğretecek insanı,  beşikten mezara kadar süren öğrenme faaliyetinde sana yol gösteren kılavuzunu, öğretmenini tanırsın. Sen öğretmenine ne kadar değer verirsen o kadar değer görürsün.  Ana baba hakkından sonra öğretmenin hakkının geldiğini bilirsen ona zaten değer verirsin. Her gün olmasa bile en azından sen de bir gün verirsin.


Her yıl 24 Kasım Öğretmenler Günü çeşitli etkinlikler ile kutlanır. Öğretmen bir gün dahi olsa değerli olduğuna kendini inandırmaya çalışır. En azından bir gün bile olsa öğretmenin ve öğretmenlik mesleğinin öneminden, onurundan bahsedilir. Ama geriye kalan 364 güne baktığımızda öğretmenler hep çok konuşan ama az çalışan bir grup olarak yerilir.



 24 Kasım Öğretmenler Gününün 30. Yılını kutlarken öğretmenleri delilik sınırına getiren sorunların birçoğu hala çözümlenebilmiş değil. Bu sorunların çözümünde gösterilen kaplunbai tavır ömür törpüsüne göre ters bir ivme gösterdiğinden, her halde ben çözümü göremem torunlarım görür diyesim geliyor içimden. Özlük hakları, mali kazanç noktasındaki yetersizlikler bir yana, öğretmenlik mesleğine ve onuruna dokunan yakıştırmalar, sözler, bakışlar, tavırlar zaten insan ile uğraşmanın getirdiği sorumluluk altında ezilen öğretmene dokunuyor dokunmasına da aman sen de dokunma bin ah işitmek istemiyorsan. Bir elimiz yağda, bir elimiz balda olsun demek istemiyorum. Ama bırakın zihnimiz, kalbimiz, elimiz ve dilimiz işimizde olsun. Eğitim öğretim faaliyetlerinde asıl unsur olan öğretmenin zihnini, kalbini, elini ve dilini bu faaliyetlerin dışındaki diğer sorunlar ile meşgul etmeyin. Öğretmenlik mesleği ile ilgili oluşan yanlış algılarla öğretmeni üzmeyin.



 Hadi halk içinde öğretmenlik mesleğine karşı var olan yanlış algıyı bir nebze olsun anlayabiliyoruz da, devlet büyüklerimizin de bu algı içinde olmasını bir türlü anlayamıyoruz. Öğrenci merkezli eğitim deyip dururken öğretmeni eğitim ve öğretimin merkezinden uzaklaştırdığımızın fakında mıyız bilmem. Önce şuna karar vermek gerekiyor sanırım. Öğretmen mi değerli, öğrenci mi? Bu sorunun cevabı ne olmalı sizce? Et ile tırnak gibidirler derim ben.Tırnağa hayat veren ettir öğretmen. Et tırnaksız olur ama tırnak etsiz olmaz. Lakin maalesef bazen roller değişir. Değişmek zorunda bırakılır. Kimi zaman et tırnağa muhtaç kılınır. Aslında öğrencileri başınızın üzerinde tutarken öğretmenleri ayaklarınızın altına aldığınızın farkında mısınız bilmem?



İnsanı insan yapan değerleri vermeye çalışırken delirmemek elde değil bazen.  Ama galiba delirmek en iyisi. Nede olsa deliye her gün, öğretmene bir gün bayram.


İbrahim (Yücel) Kaya
23 Kasım 2011 - 22:58

Not Bıraktığım Köşeden Dönemedim Çünkü:

Doktor bir hayat kurtarır, öğretmen ise bir milleti kurtarır.

Mehmet Ali Hocam’ın “Ne o artık yazı göndermiyorsun” demesi ile baktım Ajanstaki yazıma tam 28 gün olmuş.  En rahat meslek öğretmenlik diye düşünenlerin, bu düşüncelerinin kaynağı, gördükleri olsa gerek ama, bir de görmedikleri veya görmek istemedikleri şeylere birazcık değinmek istedim. Tam 28 gün önce not bıraktığım köşeden bir türlü dönemedim çünkü,  bazılarının görmediği görmek istemediği işlerle uğraşmaktayız. Bir yandan gelişim raporlarını hazırla, diğer yandan ADEY bilgilerini gir, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı sanki sadece Milli Eğitim Camiasının bayramıymış gibi hazırlıkları ile uğraş. (Bu konuda Taraklı gibi ilçelerde görev yapan öğretmen arkadaşların görev yükü ve sorumluluklarının çok daha fazla olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım) Geri planda kutlanması gereken ne kadar belirli gün ve hafta varsa kutlama memuru vazifesiyle canhıraş bir şekilde faaliyetlerde bulun. 
Anne ve babalar evlerindeki bir tek çocuğa söz geçiremezken sen sınıfında 30-40 kişiye altı ders saati boyunca söz anlatmaya çalış. Keşke sadece çocuğa anlatmak olsa mesele, insanlık hali ile ortaya çıkan psikolojik neticelerin sinir mekanizmanda meydana getirdiği tahribatın sonucunda ortaya çıkan öfkeni kontrol edememişsen vay haline. Herkes seni kendi öğrencisine davranışına göre değerlendirir.  Kendi öğrencisinin penceresinde bakar ve görür. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi döner dolaşır öğretmenin tatiline kafayı takar.  İnsanların gözünde az çalışılan ama bol para kazanılan bir meslek olarak görülür öğretmenlik. Oysa görmek istemezler ki tatil öğretmenin tatili değil öğrencinin tatilidir.
Bu konudaki yanlış algıyı görmek isteyenler için biraz açalım:
İnsanların sürekli gözüne batan öğretmenin 3 ay tatili diye bir şey yoktur. Tatil öğrencinin tatilidir. Öğrenci tatilde olduğu için öğretmen de zorunlu tatil yapmaktadır. Ve yaz tatili öğretmenler için söylendiği gibi 3 ay değil 1 Temmuz-1 Eylül tarihleri arasındaki 2 aylık bir süreyi kapsar. Bu tatil hem maddi hem de manevi olarak öğretmenin zararına olmaktadır. Tatilin uzunluğu öğretmeni dersten ve öğretmenlik mesleğinden soğutması açısından manevi, ek ders kaybından dolayısı ile de maddi olarak olumsuz etkilemektedir. Tatil boyunca artan tatil masrafları da işin cabası.
Öğretmenlik mesleğini yan gel yat Hasanların mesleği gibi gören anlayış ile hiçbir meselenin çözülmesi mümkün değildir. Çalışmadan para kazanmaya dayalı sistemin esiri olmuş insanların öğretmenin çalışmadan bol bol tatil yaparak para kazandığı yönündeki inanışının devlet büyüklerimiz tarafından da kanıksanması öğretmenlik mesleğinin düştüğü durumu göstermesi açısından ibret vericidir. Öğretmenin tatili ile yeterliği ile uğraşılacağına nasıl daha verimli hala getirebilirim niyetiyle hareket edilmesi geleceğimizin teminat altına alınması için gerekli bir adım olmalı.
Her meslek gibi öğretmenler de yaptıkları işten geçimlerini sağlayacak kadar maddi kazanç elde etmektedirler. Lakin bu mesleğin sadece maddi kazanç için yapılacak bir meslek olmadığını artık sağır sultanların anlaması gerekmekte. Bu sultanların öğretmeni, öğretmenler çok tatil yapıyor gibi sloganlar ile meşgul etmek yerine, öğretmeni tüm sorunlarından uzaklaştırarak zihnini nasıl eğitim-öğretime konsantre edebilirim meselesi üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Aksi halde öğretmenin kontrolünde inşa edilen geleceğimizin geleceğinden endişe duymaya başlayabiliriz. Doktor bir hayat kurtarır, öğretmen ise bir milleti kurtarır.

İbrahim (Yücel) Kaya
18 Kasım 2011 - 11:28:25


Seçim Sandığına Buyurun
Belki masumane başlayan ama daha sonra fırsatcçlık yapmaya çalışan marjinal sol grupların asıl maksadını göremeyip olaya balıklama atlayan ülkem insanını anlayamıyorum.

Söylediğimiz kelimeler muhatabı dışındakilere dokunmasın, herkes üzerine alınmasın ama şöyle bir şey var: Ülkemizin içinde bulunduğu duruma göre değil(Çok ilginç bazıları bu durumun farkında değil)  giderek bir öznenin menfaati üzerine hareket ediliyor. Her koyun kendi bacağından asılır mantığıyla öznelerin birlikteliğinden doğacak sinerjiden bir haber davranıyor yada öyle davranmak işlerine geliyor. Bu durum ülke için güdük politikaların uygulanabilirliğini kolaylaştırıyor. 

Ülkeyi giderek yaşanılabilir olmaktan uzaklaştıran bu politikaların, uygulayıcılarına gereken tepkiyi ve dersi vermek için önümüzde büyük bir fırsat var: 2014 yerel seçimleri.

Siyasetçiler genellikle halkın ensesine attıkları tokatlarla yükselirler. Halkın ise siyasetçilerin ensesine tokat atmak için elindeki tek fırsat seçim sandığıdır. 

Bu hükumetten memnun olmayanlar tepkinizi seçim sandığında gösterin. İçinizde var olan şiddet eğilimi için ise en yakın uzak doğu sporları kulübüne kaydınızı yaptırarak çözüm bulabilirsiniz. 

İbrahim (Yücel) Kaya
10 Haziran 2013 - 11:07:43 

Kömürlükte İcat Yapan Gençler Aranıyor
Bizde hiç duydunuz mu garajda veya kömürlükte başlayan bir çalışma yapan genç. Varsa bile yaptığı çalışma bırakın dünya yüzeyine, o garajın veya kömürlüğün dışına çıkabilmişse ne mutlu. Bu durumda suçlu kim? Eğitim sistemi mi?Fırsat yoksunluğu mu?


Apple ürünleri şu ana kadar evime giremese de (bunda Apple'nin hiç bir sucu yok, tamamen duygusal meselelerden dolayı) iPod, iPone ve MAC bilgisayarlarının altında imzası olan Steve Jops geçen haftalardaki ölüm haberi  ile hayatıma girdi.
İlk defa, ismi Steve olsa bile aslında Suriyeli olması dikkatimi çekti. Daha sonra evlerinin garajında başladıkları serüvene takıldım. Jops’un ölümü hayatına karşı kaçınılmaz bir ilgi uyandırdı bende. Üç kafadar daha yirmili yaşlarda garajda kurdukları Apple’yi 2010 itibariyle elli bin kişilik bir istihdamı oluşturan dünyanın teknoloji devi haline getiriyorlar.  Hemen aklıma şu soru takılıyor. Steve Jops, Bil Gates, Googlenin kurucusu Larry Page, Fecebook’un kurucusu Mark Zuckerberg gibilerini ortaya çıkaran sadece dehaları mı? Evet, belki deha bir etken ama anahtar kelime fırsat bence. Dünyanın her yerinde deha mevcut lakin sorun bu dehaların birçoğuna Jops veya Gates gibi dehalarını ortaya çıkaracak fırsatların verilmemesi. Her ne kadar siyasi ve askeri politikalarını beğenmesem de farklı olana ve başarıya sunduğu fırsatlar açısından söylendiği gibi bir fırsatlar ülkesi ABD. Ve bu yüzden her alanda dünyanın tartışılmaz lideri.  Bu yüzden Apple sıfır sermaye ile bir otomobil garajında kurulmuş bir teknoloji lideri.
Bizde ise hiç duydunuz mu garajda (garajın bizde lükse girdiğini varsayarak) veya kömürlükte başlayan bir çalışma yapan genç. Varsa bile yaptığı çalışma bırakın dünya yüzeyine, o garajın veya kömürlüğün dışına çıkabilmişse ne mutlu. Bu durumda suçlu kim? Eğitim sistemi mi? Fırsat yoksunluğu mu? Belki bunların her ikisinin de bu durumda payı vardır. Ama asıl meselenin toplum ve bu toplumu oluşturan bireyden yâda toplumun ve bireyin bilinçaltına yerleştirilmiş kodlardan kaynaklanma olasılığı çok yüksek. Aslında Jops bunun sebebini kendi ağzından dile getiriyor. Diyor ki: “
“Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşanan yaşam, doğmaların tuzağına düşmektir. Bu düşünceler altında üniversiteden ayrılmaya karar verdim. Üniversite okunmadan da başarılı olunabileceğini kendimi inandırmaya çalıştım. Ve bunda da başarılı oldum. Kendimi buna inandırabildim. Bu kararım o zaman oldukça korkutucuydu ama şimdi bakıyorum da, yaşamımda verdiğim en iyi kararlardan biriydi”
Başarı için üniversite okumanın şart olmadığı bir gerçek olmakla birlikte burada Jops’un başarı anahtarı başkalarının düşünceleri ile yaşamaması kendisine ait düşünceleri hayata geçirmesi olsa gerek. Ortaya koyduğu ürünler bu özgünlüğün bir sonucu.
Ne diyelim görünenin ardında görünmeyen gerçeği görebilen, kimseye öykünmeden kendi bildiği tarzda yaşayan bir gençlik dileğiyle…

İbrahim (Yücel) Kaya
20 Ekim 2011 - 00:00:3

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Önemli Olan: Ne Söylediğin Değil Nereden Söylediğin

Her sancı yeni bir doğumun müjdecisidir. Fikirlerin, düşüncelerin doğuşu da fikir sahibi için sancılıdır. Bu sancıyı çekmeden konuşanlar iç...